expr:class='"loading" + data:blog.mobileClass'>

21 Aralık 2009 Pazartesi

hiç gündüz olmayan şehirler varmış. gitsek ya.

Huzursuzluğun içle ilgili olduğunu söylüyorlar. Her bir yaşayan uzantımın, parmağımın, saçımın, yükselip alçalan karnımın ve ağzımın içindeki deri parçasının rahat edememesine başka bir isim mi vermeliyim. İnsan yokluk hissine kapılmamak için aklını kaç dakika oyalayabilir? O dakikalar kaç seneye denk gelir? Başkalarının ağzından çıkan seslerle olan ilişkime baktığımda, zehirlendiğimi fark ediyorum. Yine ağızdan çıkan sesler söz konusuyken, birkaç hafta önce, öfkesini okuyan bir adamın dudak hareketlerini izlemiş olmam hayatımı kurtarıyor. Gidecek yerin yokluğundan belki de, hep bir coğrafyayı kaçırıyormuşum gibi hissediyorum. Görmem gereken insanlar var. Düşünmekle değil, görmekle iyileşirim. Kendimi yiyip bitirme eylemi , hep ağzımın içiyle sınırlı kalıyor ve yazdıkça özürlerimle barışıyorum. Saçlarımı salladıkça kar yağıyor ve insan gerekiyor, kafamın içindeki soğuğu ısıtacak bir çaydanlık sesi. Karanlık resimlere bakmak, nezaketten değil sarhoşluktan gülen insanlar tanımak istiyorum. Harfleri incitmesinler, üzerlerine basa basa konuşmasınlar, rahatım. Uyumadan önceki hafifleme anını, ipinden yakalayıp, duvara asmalıyım belki. Benim yaratmadığım bir çaresi olmalı tüm bunların ve ilaca olan inancım onarılmalı. Çiçekleri neden sevemedim, ağaçlar var diye mi? Resim çizemem ama parçaları birleştirip resim yapabilirim. Ya da aniden, şarkı söyleyen o yaşlı kadını boğma isteği duyabilirim. Sussun isterim. Sesler beni zehirler. O adamın, okumasına daha ne kadar vakit var, iyileşmeden daha ne kadar dinleyebilirim, bilmem.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder